Doktoramı tamamlayışımın üzerinden 6 yıl geçmiş. Bugün, sadece kişisel bir başarımı değil, bu yolculuğun her aşamasında gösterdiğim kararlılığı ve tutkuyu da kutluyorum.
Sosyal medyada dolaşan komik bir videoda “erkek gribi” tanımlaması yapılarak ironik biçimde erkeklerin hastalandığında kadınlara kıyasla çok daha hassas ve kırılgan olduğu anlatılıyordu. Ben de bu videodan esinlenerek “çocuklu kadın doktorası” diye bir kategorizasyona giderek bunu tanımlamak istedim. Umarım tutkularının peşinden gitmek isteyen tüm kadınlara ilham olur.
Bu hikâye, kadınlara dair tüm başarı hikayeleri gibi bir meydan okuma hikayesidir. Kendime, alışkanlıklarıma, korkularıma, yerleşik düzenime, tüm sosyal rol ve görevlerimin bana yüklediği sorumluluklar karşısındaki vazgeçişlerime, eş dost akrabanın zihninde ve hayatında sabitlenmiş konumuma… Hayatımın mevcut düzeni ile tutkularım arasında dengeyi kurma mücadelesidir. Aşmam gereken engelleri, yürümem gereken uzun ince yolu gördükçe akıl, mantık, muhakeme yetilerimin ve strateji geliştirme becerilerimin gücünü keşfetme sürecidir.
Doktoraya başlama kararım, yaşadığım fiziksel bir travmadan sonra, ölümü çok yakınımda hissedişimle ruhumda meydana gelen “aydınlanma” ve cesaretin neticesidir. O vakitten sonra kendime bir “bucket list” (ölmeden önce yapılacaklar listesi) oluşturdum. Yıllardır ötelediğim, beklemeye aldığım, cesaret edemediğim, imkânsız gördüğüm ama hep içimde taşıdığım ve asla vazgeçmediğim ne varsa ekledim listeme. Doktora sürecim de bunlardan biriydi. Aslında derdim, doktora yapmak değil merak ettiğim konulara dair çok yönlü okumalar yapmaktı. Fakat bir sürü iş, güç, sosyal rol arasında kenara çekilip yoğun okumalar yapabilmem imkânsız göründüğü için doktora süreci bana bu fırsatı verebilirdi. İnsan türünün düşünsel süreçlerine dair karşı konulmaz merakım, edebiyat ve felsefe gibi derin ve iç içe geçmiş alanlara olan sevgim beni bu yolculuğa çıkmaya ikna etti. Dört çocuk annesi olmak ve profesyonel bir kariyerin sorumluluklarını taşımak, bu yolu seçmemi zorlaştıran unsurlardandı. Ancak, ne olursa olsun, “bucket list (ölmeden önce yapılacaklar listesi)”imi tamamlama arzusuyla bu yola adım attım.
Doktoraya başlamaya karar verdiğimde; 15- 14- 5- 4 yaşlarında dört çocuk annesi ve profesyonel hayatta kurumsal yönetici olarak çalışan bir kadın olarak yoğun bir hayat temposunun içerisindeydim. Kızlarım liseye gidiyordu; oğullarım anaokuluna başlamıştı. Ev işleri için yardımcı alma imkânım vardı çok şükür. Ama nihayetinde, kızların ergenlik ve eğitim süreçlerinin de oğlanların anaokuluna adaptasyon durumlarının da kalabalık bir ev düzeninin, alışveriş listesinin, yemek menüsünün ve şimdi aklıma gelmeyen daha birçok işin de eyleyicisi, takipçisi ya da organizatörü bendim. Çalışan kadın olmanız bu sorumluluklarınızı asla azaltmaz. Bizim toplumumuzda erkekler evlense, çocuk sahibi olsa, çocuk sayısı artsa da temel yaşam akışlarında büyük değişimler olmaz. Ama okuyan, çalışan, üreten kadınsanız evlenince ev işleriyle ve çocuk sahibi olmak isterseniz sürecin bedensel, fiziksel, psikolojik, sosyolojik bilumum yüklerini yüklenmekle karşı karşıyasınızdır. Sadece bir çocuğu dünyaya getirmek -her şey rutinde giderse- hamilelik, doğum, lohusalık, emzirme, temel bakım, diş çıkarması, emeklemesi, yürümesi, tuvalet eğitimi derken en az 3-4 yıldır. Bu süreçte kadın kişisel üretim ve kazanç sürecinin ve sektörel değişimlerin dışında kalır. Şartlarını zorlar ve imkanları elverir de aileden ya da çevreden bakım desteği alırsa bu süreç biraz kısalabilir; ancak çocuğun devam eden tüm gelişim evrelerinde asli sorumluluk hep annenin üzerindedir. O yüzden çalışmak bir kadının “full-time ya da part-time bussines”i olabilir. Ama ev kadınlığı ve annelik bir kadının “all-time bussines”idir. (Annelikle bussiness kavramını aynı cümlede kullanışım bir başka yazının konusu olabilir). Erkekler için “ev erkekliği” gibi bir kavram olmadığından sadece babalık sorumluluğu vardır o da erkeklerin iş koşulları, ruh hali, sosyal algı ve görgüleri elverdiği kadar yapılabilir bir görevdir. Babalar genellikle -istisnalar kaideyi bozmayacak kadar azdır- yan dal olarak ebeveynlik yaparlar. Toplumun kadına ve erkeğe yaptığı görev dağılımı bu şekildedir çünkü. “Madem öyle dört tane doğurmasaydın” diye saydıranlarınız için de şöyle diyeyim: Ben çocukları tek başıma yapamayacağıma göre bu çocukların annesi olduğu kadar babası da var. “Ebeveyn” iki ebe demek, yani anne ve baba. Ama babalarının böyle hikayesi yoktur mesela. Çocuk sahibi olunca, iş ve üretim hayatında kayda değer herhangi bir dalgalanma olmamıştır. Toplumun ona yüklediği babalık görevi, daha çok “making money”dir. Üstüne bir de çocuklarıyla ilgileniyorsa, hele bir de eve yardımcı alınmışsa her türlü alkışı hak eden harika bir babadır o. Tüm kariyerli, iş adamı, akademik ünvanlı, çalışan babaların hikayesi de böyledir genellikle.
İşte bu sebeplerden benim doktoram, “herhangi bir” doktora değildir. Her doktoralının kendine göre bir macerası vardır ama benimkisi “çocuklu kadın doktorası”dır. Kaldı ki çocuksuz, bekar kadınların da hikayesi sıradan erkek doktoralarından farklıdır. Doktora yaşı biraz da evlilik yaşıdır. Evlenmeden doktora yaparsa yaşı geçecek ve evde kalacaktır (çünkü kızların evlenme yaşı vardır, erkekler her yaşta evlenir). Evlenip doktora yaparsa ev işleri, kaynana, elti, görümce ziyaretleri vs. derken yeni işi olan ev yönetimine mi adapte olacak, yemek yapma becerilerini mi arttıracak, ilaveten dört yana dağılmış zihnini toplayıp doktora tezi mi yazacaktır? Doktora yaparken hamile kalırsa o başlı başına bir başarı hikayesi olacaktır zaten. Kim bilir ne hikayeler vardır. Paylaşanlarınız olursa kitap yapalım derim. O yüzden en temelde “kadın doktorası” diye bir gerçek vardır ve sıradan “erkek doktorası”na hiiiiiç benzemez.
Doktora yapabilmek için tezli yüksek lisans mezuniyeti, ALES’ten ve yabancı dil sınavlarından geçerli puanlar gerekli.Ayrıca her üniversitenin özel olarak uyguladığı yazılı bir sınav ve mülakatı da geçmek zorundasınız. Tabi tüm bunların ötesinde başvurduğunuz üniversiteye çalışmak istediğiniz konuya dair bir proposal sunmanız gerekli. Ben öncelikle kendi üniversitem ve bölümüm olan Boğaziçi Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı alanında doktora programına başlamak için 22 yıl sonra yeniden ülkemizin en zor hazırlık sınavı olan Proficiency sınavını geçtim. Uluslararası geçerliliği olan IELTS sınavından 6-6.5 skorlarına ulaştım. ALES’ten yüksek puan aldım. Dil sınavlarından yüksek puanlar alabilmek için 3 ay bir dil okuluna kaydolup geceleri çocuklar uyuduktan sonra çok yoğun çalışmalar yaptım.
Boğaziçi Üniversitesinin doktora koşulu olarak sunduğu tüm sınav skorlarını almış ve ayrıca uyguladığı yazılı sınavı geçen 4 kişiden biri olmuştum. Ancak mülakatta elenen tek kişi olarak Boğaziçi maceramın başlamadan bitişini yaşamıştım. Mülakat esnasında emeklilik yaşını çoktan geçmiş, feminist tutumlarıyla tanınan bir kadın hocamın yaşımı ve çocuk sayımı akademik kariyer için fazla bulduğunu ihsas ve ifade eden söylemleri de o süreçten kalan sevimsiz hatıralar oldu. O dönemde ciddi sarsıldım tabi. Fakat “bucket list”im tamamlanmayı beklediğinden başvuru sürecime devam ettim. Marmara Üniversitesinin yazılı sınavına girdim. Sonuçlar aynı gün açıklandı ve mülakata kabul edildim. Boğaziçi’ndeki sıkıntılı deneyimimden sonra buradaki mülakata stresli girdiğimi söyleyebilirim. Ancak ortam hiç çekindiğim gibi değildi. Heyetteki yedi hocamın her biri beni aynı akademik nezaketle karşıladı ve bir edebiyat sohbeti kıvamında mülakatı gerçekleştirdiler. Çıktığımda kabul almasam bile güzel anılarla ayrılmış olacağım için mutluydum. Ve Marmara Üniversitesinin sonuçları açıklandı. Ben 40’ına dayadığı merdivenin son basamaklarında olan 4 çocuklu bir kadın olarak artık doktora öğrencisiydim. 3 ay sonra dersler başlayacaktı.
Doktora eğitimi, ders dönemi ve tez döneminden oluşur. 2 yıl süren ders döneminde, zorunlu ve seçmeli dersler alınır. Bu dönemde belirli bir not ortalaması (genelde 3.00) sağlanması ve bir de makale yayınlanması zorunludur. Ders dönemi sonrası, doktora yeterlilik sınavı yapılır. Bu sınavın amacı, öğrencinin tüm alan bilgisindeki hakimiyetini ölçmektir.
Doktora ders dönemim hem akademik anlamda hem de kişisel hayatımda ciddi bir denge kurmayı gerektirdi. Hem çocuklarımın ihtiyaçlarına yetişmek hem profesyonel hayatımda sorumluluklarımı yerine getirmek hem de akademik derslerin zorluklarına odaklanmak hiç kolay değildi. Stratejik planlama, zaman yönetimi gibi becerilerimi had safhada geliştirdiğim bir aşamaya geçmiştim. Kuruşun hesabını yapar gibi dakikaların hesabını yapar hale gelmiştim. Çalışma hayatımı part-time şekle çevirdim. Sosyal hayatımda da köklü değişiklikler yapmaya başladım. Hedeflerim yükseldikçe en önemli sermayemiz olan zamanın kıymeti de giderek artıyordu benim için. Bu sebeple zamanımı ve o zaman içindeki emek ve enerji gücümü boşa harcatan -buna iş, arkadaş, akraba ilişkileri de dahil- tüm sosyal ilişkilerimi azalttım ya da sıfırladım. Bu sayede sıra dışı sürecime dair eleştiri ya da negatif yorumlar da azalmış oldu.
Bu dönemdeki en büyük şansım çok akıllı, görgülü, vizyonlu ve benden epeyce genç (en az 15 yaş) üç sınıf arkadaşım oldu. Alanımızda gerçekten iyiydiler, idealisttiler ve çok çalışkandılar. Lisanstan itibaren neredeyse hiç ara vermeden doktoraya gelmişlerdi. Bilgileri taze ve günceldi. Doktoranın iki yıla yayılan derslerini bir yılda almaya kalktılar. Ve beni de peşlerine taktılar. İnanılmaz ama gerçek. Nasıl bir enerji ve gaz verdilerse bana gözüm kapalı takıldım peşlerine. Onlar da sürecin sonuna kadar beni yalnız bırakmadılar. Ne zaman vazgeçmeye kalksam beni motive edip yola revan olma gücü aşıladılar.
Bu dönemde hayatımın en odaklı zamanlarını geçirdiğimi söyleyebilirim. Hiperaktivitemin olumlu yanı işime yaramıştı. Merak ettiğim bir konuda uzun süre odaklanıp çalışmayı başarabiliyordum ve doktora derslerimin hepsini çok sevmiştim. Okulda nasıl bir tempo, odaklanma; evde ve işte nasıl bir zamanlama, organizasyon ve delegasyon… Adeta hayat dalgalarının üstünde sörf yapıyordum.
Böyle bir tempoyla derslerin tamamını bir yılda ve -arkadaşlarıma yetişme motivasyonuyla sanırım- oldukça yüksek notlarla geçtim. İlk makalemi yayınladım. Ve şimdi önümüzde bir Everest Tepesi vardı aşılmayı bekleyen: yeterlilik sınavı… İki bölümden oluşan bu sınavın yazılı kısmında, bilim dalının tümüne ait teorik bilgi ve analiz yeteneğiniz değerlendirilirken sözlü bölümde ise akademik bir heyet tarafından muhakeme gücünüz, metodoloji hâkimiyetiniz ve eleştirel düşünme becerileriniz test edilir. Böyle çetin bir sınavı ders döneminin hemen bitiminde geçebileceğime dair pek ümidim yoktu. Dersleri bitirsem de mükemmeliyetçi yapımla epey süre sınava çalışıp öyle girerim diye düşünüyordum. Bu noktada ders hocalarımın teşviklerini de unutamam. Onların bana verdiği özgüvenle en azından denemiş olurum diyerek hazırlandım ve girdim yeterlilik sınavına. Ve çok şükür ki geçtim.
Artık beni buralara kadar sürükleyen okuma merakımı tatmin edecek aşamaya geçebilirdim: Tez dönemi. Bu aşamada çalışmak istediğiniz konuya dair kapsamlı bir tez önerisi oluşturup onaya sunarsınız. Ardından, seçtiğiniz ve kabul edildiğiniz danışman rehberliğinde araştırma ve yazım sürecine girersiniz. Bu süreç 2-4 yıl sürebilir ve düzenli olarak tez izleme komitesine rapor sunulur. Bu dönemdeki en büyük şansım, tez danışmanımı doğru seçmiş olmam ve onun tarafından kabul edilmemdi. Onunla çalışmasaydım ne o disiplinler arası tez konusuna cesaret edebilir ne de yazma sürecini tamamlayabilirdim. Dünyada ve ahirette yüzünün hep gülmesini dilediğim ve duacısı olduğum hocam Prof. Dr. Mehmet Güneş’e daima müteşekkirim. Tez konumu seçerken doktorayı bitirememe ihtimalimi de göz önünde bulundurmuştum. Çünkü sadece edebiyat değil geniş alanlı felsefe okumaları da gerektirecek bir konu seçmiştim. Okumak ve araştırmak istediğim ne varsa tez konumun içine sığdırmaya kalkıştım. “Tanzimat Dönemi Türk Şiirinde Bir Paradigma Olarak Batı Felsefesi” başlıklı tez konum böyle ortaya çıktı. Konu hem derin hem genişti. Oysa benim yerim de yenim de dardı aslında. Yakamasam da cızlatırım dedim. Varamasam da yolunda ölmem ama olurum dedim. Antik Çağ’dan Aydınlanma Dönemi’ne uzanan Batı felsefe tarihi okumalarım böyle başladı.
Bu süreçte edebiyat ve felsefeyle birlikte tarih, sosyoloji, psikoloji gibi alanlarda da o kadar çeşitli okumalar yapma fırsatı buldum ki benim için en büyük kazanım bu oldu aslında. Tanzimat Dönemi’ndeki paradigma değişimini dönemin şiirleri üzerinden anlamaya çalışırken şairlerin biyografilerini de detaylı incelemem gerekti. Şairlerin farklı kültürlerle temas noktalarını tespit etmek için, deyim yerindeyse çocukluklarına kadar indim hatta zihinlerinin kıvrımlarında dolaşmaya çalıştım diyebilirim. Ne derinlere dalışlar ne sahillere vuruşlar… Aman sabahlar olmasın, güneşler doğmasın, çocuklar uyanmasındı. Tüm bu okuma ve anlama uğraşları bana kendi paradigmalarımı da yeniden gözden geçirme fırsatı sundu. Hangi zihin yapıları, hangi düşünüş şekilleri, hangi değer yargıları “ben”i “ben” yapmış, ben’i ben’le buluşturmuş ya da ben’i ben’den ayrı düşürmüştü? İçine doğduğum kültür, anlayış, gelenek hangi noktalarda yollarımı otoban yapmış da nerelerde çıkmaz sokaklara dönüşmüştü? Sora sora Bağdat bulunduğuna göre ben de sora sora kendimi bulabilirdim. Tüm bu okuma ve sorgulama zamanlarında o vakte kadar hiç keşfetmediğim güçlü yanlarımı, zaaflarımı, kaçırdığım ya da önümde duran fırsatlarımı ve ayağımda prangaya dönüşmüş engellerimi fark edecek bakışı, bunlarla yüzleşecek cesareti buldum. Bir kadın için en büyük cesaretin aklını kullanmak cesareti olduğunu anladım. “Sapere aude!”
Tamamlanan tez, jüri önünde savunulur. Savunma başarılı olursa doktora süreci tamamlanır ve “Dr.” unvanı kazanılır. Sonunda, üç yıl süren yoğun bir çalışmanın ardından tezimi jüri önünde savundum, kabul aldım ve yüksek onur derecesiyle mezun olarak ve “Dr.” ünvanını kazandım. Bu başarı, sadece akademik bir ünvan kazanımının ötesinde 44 yaşımda, dört çocuk annesi olarak sadece akademik hayatta değil tüm sosyal yaşamımda, ailemle, eşimle, çocuklarımla, iş ortamımla olan ilişkimde beni farklı bir boyuta taşıması açısından da kıymetliydi. Ama en çok da kendimle bir daha yine ve yeniden buluşmamı sağlaması açısından önemliydi.
Kadınların direniş -ki o en büyük başarıdır- hikâyeleri, anlık bir cesaret ya da hayatın sert gerçekleri karşısında sönüverecek bir coşku kaynağı değildir. O hikayeler yürümeye cesaret edemediğimiz yollara dair bir yol haritası, bir navigasyondur ki gerçek ilham vericilikleri de bundandır. Bir kadın yürüdüğünde, koştuğunda, yükseldiğinde, denediğinde, yanıldığında ama asla vazgeçmediğinde sadece kendini değil, diğer kadınların duyulmamış seslerini, henüz cesaret bulamamış hayallerini, sönmemek için direnen umutlarını da taşır beraberinde. Bu yüzden bir kadının eylemi, söylemi, deneyimi kendiyle sınırlı değildir. O bir pusula, o bir yıldız ışığı olur uçsuz bucaksız okyanusların karanlık sularında yön bulmaya çalışan diğerlerine. Bir kadın başardığında, yalnızca kendisi değil, onun gibi hayal kuran, cesareti içinde büyüten diğer kadınlar da biraz daha güçlenir. İşte beni bu satırları yazmaya sevk eden de budur. Vesselam…